Phil Jackson Kitaplarından Jordan Alıntıları - 1
(...)
All-Star'ın Şubat ayındaki devre arasında, Jerry Reinsdorf'la takımın akıbetini konuşmak için Phoenix'te buluşmuştum. Son NBA şampiyonluğunu kazandıktan sonraki bir buçuk yıl içinde, takımdaki üç kaliteli oyuncumuzu kaybetmiştik. Bu oyuncular şu an Seattle Supersonics'te oynayan Bill Cartwright, Bulls'un çiçeği burnunda radyo spikeri John Paxson ve 93'te basketbolu bırakıp Reinsdorf'un diğer takımı Chicago White Sox'ta beyzbol oynamaya başlayan Michael Jordan'dı. Reinsdorf eğer Bulls'a yeni bir yetenek dahil olmazsa, takımın ligdeki maçların ortalama yarısını ancak kazanıp eriyip biteceğine inanıyordu. Franchise'ı yeniden canlandırmak amacıyla, bazı deneyimlileri --öncelikle Pippen'ı-- genç oyuncularla takas etmeyi düşünüyordu. Bana bu uzun ve meşakkatli yenileme sürecinde takımın yanında olup olmayacağımı sordu. Teklifini kabul ettim.
Başka bir çözüm bulabileceğimizi umuyordum. Ligin en yetenekli, çok yönlü oyuncusu Pippen için hak ettiğimiz parayı alıp alamayacağımız hususunda endişelerim vardı. Takas, Şubat sonuna ertelendiğinde biraz olsun rahatlamıştım. Scottie hâlâ takımdaydı. Bulls'un ihtiyacı olan şey, alelacele yapılmış bir takasla kazanılabilecek bir şey değildi. Takıma asıl gerekli olan ebedi kazanma hırsıydı, bu da zaten Cartwright, Paxson ve özellikle Jordan'da fazlasıyla mevcuttu. Bu oyuncuların yerine kimi takas edebilirsiniz ki? Tex ve Jimmy'le bu problemlere uzun süre kafa yorduktan sonra, duruma daha iyimser yaklaşmaya çalıştım. Ancak içimden bir ses, oyuncularımın ortalama bir takım olmanın verdiği rahatlıkla çoktan pes etmiş olduklarını söylüyordu.
Takım odasında böyle şeyler düşünürken, kapıda birden Jordan göründü.
Üzerinde koyu renk takım elbisesiyle yavaş yavaş odaya girdi, eskiden olduğu gibi en arkaya oturdu. Birkaç gün önce Florida, Sarasota'daki White Sox ilkbahar hazırlık kampını terk edip, Chicago'ya geri dönmüştü. Strike'larda piyon olarak kullanılmaktan bıkmış gibiydi. Kale çizgilerinin dışında yeni bir hayat onu bekliyordu.
"Nasıl gidiyor?" diye sordum ona. "Formanı değiştirmeye hazır mısın?"
Gülümsedi ve, "Anladım ki beyzbol bana göre değil" diye karşılık verdi.
"Şey" dedim. "Buralarda sana uygun bir forma olacaktı."
Daha önceleri onunla geri dönme ihtimaliyle ilgili sürekli şakalaşırdık. Ama bu seferki şaka değildi. Eylül'de yeni sahamız United Center'daki basketbolu kesin olarak bıraktığını duyuracak olan TV şovundan önce, ona çok aceleci davrandığını söylemiştim. Michael gibi kondisyonu son derece yerinde, henüz 31 yaşındaki bir oyuncunun, basketbolu bu kadar erken bırakması için ortada hiçbir sebep yoktu. Bu şova Jerry Reinsdorf'a olan şükran borcundan dolayı katılıyordu. Elde edilecek gelir Chicago'nun batı yakasındaki, 1 yıl önce hunharca öldürülen babasının --James Jordan-- ismi verilen bir gençlik merkezine bağışlanacaktı.
"Ya düşündüğün gibi olmazsa?" diye sormuştum ona takımdan ayrılacağı gün, "Ya yıllardır verdiğin emekler suya düşerse?"
"Bu da mümkün" diye cevapladı. "Ama ben öyle olacağına inanmıyorum."
"Şey, işler ters giderse, buraya dönüp basketbol oynayabilirsin. 25 maçtan sonra playoff'lara hazır olursun. Seni oyunun sonlarında kullanırız."
"25 maç çok fazla!"
"Tamam, 20 de olabilir."
Majör Beyzbol Ligi ilkbahar kampıyla yeniden toparlanamazsa geri dönmeyi düşüneceğini biliyordum. Nitekim tam tahmin ettiğim gibi oldu: Michael, Berto Center'a geri dönmüştü. O gün yalnızken, bana takımın ertesi günkü antrenmanına katılıp katılamayacağını sordu. Basketbol topunu yeniden ellerinde hissetmek için sabırsızlanıyordu.
Michael'ın topa yeniden alışabilmesi için biraz ter, biraz rekabet yeterliydi.
ESKİ ZAMAN DİNİ
Hiçbirimiz daha sonra neler olacağını tahmin edemezdik. Michael'ın ilk çalışmaya katılmasıyla birlikte takıma verdiği etki inanılmazdı. Onunla daha önce hiç oynamamış oyuncular, Michael'ın geri dönmesiyle çok heyecanlanmışlardı. Bu durum onlardaki umudu ve kazanma hırsını daha da kamçılamıştı. Takımdaki herkesi farkında olmadan ayağa kaldırmıştı. Scottie Pippen ve B.J. Armstrong işlerin kötü gitmesinden kendilerini sorumlu tutmalarına rağmen birden canlanmışlardı. Toni Kukoc ve hattâ ilk beşteki yerini artık kaybeden Pete Myers bile heyecandan afallamışlardı.
Michael takıma yalnızca benzeri olmayan yeteneğini değil, aynı zamanda derin basketbol bilgisini de katmıştı. O, en zorlu pozisyonların üstesinden gelebilme yeteneğiyle beş mevkinin beşinde de oynayabilecek tarzda bir oyuncuydu. Bu, takıma yeni katılanlar için çok müthiş bir şeydi. Antrenman başlamadan önce, Michael'ı hep Corie Blount ve Dickey Simpkins gibi genç oyuncularla teke tek çalışırken buluyordum. Bu durum bana elimde olmadan, Jordan'ın genç Pippen'la sol elle smaç ya da spinning layup çalıştığı günler hatırlatıyordu.
Sonraki iki hafta boyunca, Michael hayatıyla ilgili kararlar almaya çalışırken, antrenmanlar sırasında takımın onun varlığıyla yeniden hayat bulduğuna şahit olduk. Sonraki beş maçın dördünü kazandık. Bunlara, Milwauke'nin son dakikada attığı sayıyla, büyük bir zafere dönüştürdüğümüz, ligin en dişli takımlarından Cleveland'la yaptığımız maç da dahildi. Indiana Pacers'ın koçu Larry Brown, Bulls'un kadrosunda Jordan olduğu sürece takımın NBA şampiyonluğunun en iddialı isimleri arasında olacağını söylemişti. Ben duruma hâlâ şüpheyle yaklaşıyordum. Yanılıyor da olabilirdim. Kim bilir, belki de Michael bir mucize yaratacaktı?
Bütün dünya Michael Jordan efsanesiyle çalkalanıyordu. Takımla yeniden çalışmaya başladığının haberi duyulur duyulmaz, daha ikinci antrenmanda Berto Center'ın önünde dünyanın her yerinden gelmiş bir medya ordusu toplanmıştı. Bir sabah, Scottie Pippen'ın arabasının etrafında ondan az da olsa bilgi almayı uman bir medya sürüsünün olduğunu gördüm. Spor muhabiri Dick Schaap en önlerdeydi. O zaman fark ettim ki, biz artık çok önemli bir hikayenin kahramanlarına dönüşmüştük.
Michael'ı elimden geldiğince korumaya çalışıyordum. Antrenmanın sonlarına doğru gitmesine izin veriyordum; böylelikle antrenman bitip muhabirler içeri girdiklerinde o çoktan gitmiş oluyordu. Bu kaos içinde, ona kararını ne zaman kesinleştireceğini sordum. Yaklaşık 10 gün içinde durumu netleştirecekti. Bunun üzerine ben de muhabirlere bizi rahat bırakmalarını, bir hafta içinde merak ettikleri konuyla ilgili onları aydınlatabileceğimizi söyledim. Ne saflık! Biraz nefes almayı umarken, onlar O. J. Simpson davasında olduğu gibi olayı büyüterek durumu aleyhimize çevirdiler.
Beni asıl ilgilendiren şey medyanın olayları çılgınca abartarak, inanılmaz derecede mistik bir hale getirmesiydi. Bunu da geçen yılın gündemini tümüyle işgal eden, bir zamanların çok sevilen büyük sporcusu O. J. Simpson'ın karısını ve erkek arkadaşını öldürmeye teşebbüsten yargılandığı davayı, insanların büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü içinde yakinen takip etmesine bağlıyordum. Belki de bu, toplumdaki ruhsal çöküntüden bizi kurtarmasını beklediğimiz efsanevi kahramana duyulan büyük özlemin dışavurumuydu. Neden her ne olursa olsun, Michael, takımdan ayrı kaldığı süre içinde toplumun gözünde muhteşem bir oyuncudan, erişilmez bir spor ilahına zaten çoktan dönüşmüştü.
Associated Press Ajansı'nın Afro-Amerikan çocukları üzerine yaptığı araştırmada, bu çocukların ailelerinden sonra en çok sevdikleri insanın Jordan olduğu belirtiliyordu. Michael onlar için tanrısal bir şeydi. Chicago'daki bir radyo istasyonu dinleyicileriyle yaptığı bir ankette, onlara Jordan'ı dünyanın kralı olarak görüp görmediklerini sormuştu. Verilen cevapların yüzde 41'i olumluydu. United Center'ın önündeki Jordan heykelinin altında hayranlarının diz çöküp dua ettiği de görülmüştü. Bulls'un medyadan sorumlu yöneticisi Tim Hallam, basının Jordan'ı tanrısallaştırmasını tiye almak için, ondan ve etrafındakilerden İsa ve Havarileri diye söz etmeye başlamıştı. Hallam, Michael'ı soranlara alaycı bir ses tonuyla, "İsa şimdi banyoya gitti. Ayrıntılar saat 11'de" diye cevap veriyordu.
BÜYÜK KAHRAMANIN EFSANESİ
Michael olan bitenden biraz rahatsızdı. Tüm dikkatler üzerinde olmasına rağmen mütevazı ve gerçekçi kalabilmeyi başarması beni her zaman etkilemiştir. Fakat geri dönüşünün yarattığı büyük heyecan, Michael ve arkadaşları arasında olumsuz bir havanın esmesine sebep oluyordu. Bu tatsız durum eninde sonunda takımı ikiye bölecekti. Armstrong, Pippen ve Will Perdue dışındaki yeni oyuncuların hiçbiri, Michael'la hiçbir zaman yakınlaşamadılar. Aynı durum Michael için de geçerliydi. Neticede bu kötü atmosfer, sahada takımın performansını baltaladı. Basketbol, oyuncuların bireyselliklerinden tümüyle sıyrılarak tek vücut olma yolunda sarf ettikleri emekle anlamlanan bir takım sporudur. Bunu başarmak için oyuncuların birbirine samimiyetle güvenmeleri, hücum pozisyonlarında karşılıklı yardımlaşarak hareket etmeleri gerekir. Büyük oyuncu, adam adama mücadelelerde olağanüstü bir performans sergileyebilir. Fakat psikolojik olarak herkesle senkron içinde olmazsa, takım hiçbir zaman şampiyon olmak için gerekli ahenge ulaşamaz.
Rudyard Kipling'in Second Jungle Book isimli kitabında çok sevdiğim bir bölüm vardır. Playofflar sırasında oyuncularıma, takımın temel prensibini hatırlatmak için, bu bölümü sık sık okurum:
Cengel Kanunu'dur bu!
Gökyüzü kadar eski ve gerçek...
Yaşamalıdır Kurt O'na uyarsa,
ya da ölmelidir yok sayarsa...
Gövdesinde ağacın, kıvrılırken sürüngen;
Hüküm sürmekte kanun--
Manda için Kurt, Kurt için de Manda
Etmelidir kendini feda...
Michael gelmeden önce, Bulls takım olmaktan çıkmaya başlamıştı. Ben ihtiyacımız olan esas şeyin, 4. çeyrekteki dayanıklılığımızı kuvvetlendirmek olduğunu düşünüyordum. Bu da tam Jordan'ın işiydi. Fakat Jordan'ın varlığının takım ruhu üzerindeki etkisini önceden tahmin edememiştim. Michael'ın özel hayatını korumaya öylesine odaklanmıştım ki, onu diğer oyunculardan ayırdığımın farkında bile değildim.
Kukoc ise gerçekten merakla karışık bir korku içindeydi. Jerry Krause'un Magic Johnson'dan sonra en iyi pasör olarak gördüğü yetenekli Hırvat forvet, 1993'te Jordan basketbolu bıraktığını ilan ettiğinde mahvolmuştu. Çünkü yalnızca birkaç gün sonra o da takıma dahil olacaktı. Michael'ın geri dönmesiyle sonunda Toni de onunla oynama fırsatını kazanıyordu. Antrenmanlarda ona karşı adam adama oynamaktan bile çekiniyordu. Hatta Toni'yle özel çalıştığımız zamanlarda, ona örneğin potaya drive etmesini söylediğimde o dönerek attığı kısa bir şutla yetiniyordu.
Michael takıma resmen katılıp maçlara başladığı zaman da, durum değişmedi. Bazı oyuncuların gözleri onun hareketlerinden öylesine kamaşmıştı ki, farkında olmadan onu geriden takip ediyorlar, ne yapacağını izlemek için bekliyorlardı. Diğer yandan Michael da her şeyin eskisi gibi olduğunu ispatlamak için kabuğuna çekilmişti. Bu da, oyun sırasında sık sık yanlış kararlar vermesine sebep oluyordu. Mesela bir maçta, Michael köşede bomboş açıkta duran Steve Kerr'ü görmedi, çembere drive etti ve üç savunma oyuncusu tarafından kötü dövüldü. Michael serbest atış çizgisine gittiğinde, ligin geçen yılki en iyi üç sayı şutörü Steve'e, neden boşta olduğunu ona göstermediğini sordum. Manasız gözlerle bana bakarak omuz silkti. Büyük Michael Jordan'a oyunun nasıl oynanacağını anlatmanın hiçbir yolu yoktu.
Tüm bu olanlardan sonra Michael, 19 Mart'taki ilk maçından önce takımla sadece dört kez çalıştı. Kaçınılmaz olan oldu ve bütün dünya Michael'ı desteklediğinde, takım arkadaşları dünyanın geri kalanıyla yarış haline girdiler. Michael'ın etrafında ise içine girmeninçok zor olduğu bir bodyguard sürüsü ve kendi kişisel muhitinden örülmüş bir koza meydana gelmişti. Eskiden olsa yolculuklarına hem sohbet etmek, hem de fanatik hayranlarından korunmak için arkadaşlarını davet ederdi. Fakat şimdi etrafında ancak bir kralın sahip olabileceği bir kitle vardı. Toni Kukoc, Orlando'daki bir maçtan sonra, kendini Jordan'ın karavanının arkasında buldu. Michael'ın etrafında uğultuyla konuşup pervane olan muhabirler, onun da otoparkta olduğunu fark etmemişlerdi. Kukoc, Jordan'ı taklit etmek için, durduk yerde ortalığa "Röportaj vermiyorum" diye bağırmıştı.
Tüm dünyada canlı olarak yayınlanan --Indianapolis, Market Square Arena'daki-- ilk maç, NBA normal sezon tarihinin ulaştığı seyirci rekoruyla tam bir şova dönüşmüştü. Larry Brown salondaki ruh halini "Beatles ve Elvis geri döndüler" diyerek veciz bir şekilde ifade etmişti. Oyuncular ısınırken, Michael'ı çekmek için çok sayıda kameraman adeta birbirleriyle yarışıyordu. Atmosfer öyle bir hale gelmişti ki diğer oyuncuların yapması gereken şey, sadece kameramanların önünden çekilmekti. Corie Blount bir ara, canlı yayın ekibinden bir kameranın, Michael'ın Nike'larını yakın plan çekmesi üzerine, "Şimdi de ayakkabılarıyla röportaj yapıyorlar" dedi.
Geçmişe dönüp baktığımızda, ortalığı daha fazla karıştırmamak için skorer guard olarak o gün Michael'ın yerine Pete Myers'la başlamalıydım diye düşünürüm zaman zaman. Michael'ın şut yüzdesi o gün kötüydü, attığı 28 şuttan 7'si girdi. 103-96 kaybettiğimiz maçta sadece 19 sayı atabildi. Fakat eski gücüne kavuşması uzun sürmedi. Bir sonraki hafta buzzer'da yaklaşık 5 metre uzaklıktan çektiği şut sayesinde Atlanta'yı yendik. Bundan yalnızca üç gün sonra, Madison Square Garden'da Knicks'i yenerek lider olduğumuz maçta sezon rekoru kırarak toplam 55 sayı attı. Artık "hakiki" Michael Jordan'ın geri döndüğüne dair kimsenin kafasında en ufak bir şüphe olamazdı.
TAKIM RUHU
Beni endişelendiren bazı performans düşüklükleri vardı takımda. Michael sahadayken, oyuncuların çoğu cansız ve allak bullak görünüyordu. Takımın bu gidişatı 1987'de Bulls'a ilk kez yardımcı koç olarak geldiğim günleri hatırlatmıştı. O yıl, Michael akla gelebilecek tüm ünvanları kazanarak müthiş bir sezon geçirmişti: En Değerli Oyuncu, All-NBA 1. Takım, Yılın Savunmacısı, All-Star MVP'si, ve hatta Slam Dunk şampiyonluğu... Fakat takımın geri kalanı, Jordan'ın deyimiyle "onun için çalışan ekip", basketbol topuyla bir adamın neler yapabileceğine şahit olmaktan öylesine büyülenmişti ki, Jordan'la gerektiği gibi çalışmayı bir türlü öğrenememişti.
Knicks maçından sonra, Michael benimle özel olarak konuşmak istedi.
"Bırakmaya karar verdim" dedi bomboş, kıpırtısız bir yüzle. "Daha ne yapabilirim ki?"
Suratımı astım.
"Hayır, şaka yapıyorum sadece" dedi sonra gülümseyerek: "Oyunculara, bu gece New York'ta olanların her zaman tekrar edeceğine güvenmemelerini söylemelisin. Bir sonraki maçta herkesin ayağa kalkmasını ve hep birlikte gerçek bir takım gibi oynamayı istiyorum."
Onunla konuştuğum gün, takım koçluğuna getirildiğim 1989 yılına geri döndüm. Yine buna benzer bir konuşma yapmıştık. Takım arkadaşlarıyla işbirliği halinde olmasını istemiştim Michael'dan. Ancak takım bu şekilde gelişip ilerleyebilirdi. O zamanlar kendine olan muazzam güveniyle inanılmaz yetenekte bir sporcu olmasına rağmen, takım için fedakarlık yapması gerektiğine dair sürekli uyarılıp ikna edilmesi gerekiyordu. O gün ise karşımda, büyük bir takım olabilmenin yolunun; parlak bireysel performansları bir kenara koyup, ortak hedefe doğru, ortak enerjiyle çalışmaktan geçtiğini kavramış olgun, büyük bir sporcu duruyordu.
İyi takımlar ancak bütün parçalarıyla birbirine katıksız güvenip "biz"i "ben"e tercih ettiklerinde büyük takımlara dönüşürler. Bu dersi, Michael ve takım arkadaşları art arda üç kez NBA şampiyonluğu kazandıkları yolda öğrenmişlerdi. Bill Cartwright'ın dediği gibi, "Büyük takım güven sahibi olmalı. Bu ligde, arkadaşının topu yakalayamayacağını düşündüğü için, birbirlerine pas atmayan oyuncuların olduğu takımlar görüyorum. Fakat büyük bir basketbol takımında herkes birbirine topu atmalı. Biri topu düşürse ya da dışarı atsa, bir sonraki seferde arkadaşları ona yine ona pas atmaktan çekinmemeliler. Ona güvendikleri için, kendileri de güven kazanacaklardır. Bu da birlikte büyümenin anahtarıdır."
Basketbol serüvenime başladığımda ben de genç, toy Jordan gibi kendi gücümle bütün dünyayı fethedebileceğimi düşünüyordum. Jump shotlarımda da problem vardı üstelik. Daha da fazlası, bana başarının sırrının fedakarlık ve merhamet olduğunu söyleyen herkesle alay ediyordum. Bunlar kilisede itibar gören şeylerdi benim için, ribaundlarda Wilt Chamberlain ve Kareem Abdul-Jabbar'la mücadele ederken değil... Uzun, yoğun araştırmalardan sonra asıl hakikatin, antrenörün oyun tahtasında değil, oyunun bizzat kendisinde saklı olduğunu fark edecektim. Hayat mucizesi, saha çizgileri arasında her gece baş rolü oynuyordu aslında. Bu bir anlık aydınlanmayı şaşırtıcı bir şekilde basketbol sahasında değil, Kuzey Dakota, Williston'da atıcı olarak görev yaptığım beyzbol sahasında yaşayacaktım.
(Kutsal Çemberler, sf. 26-37.)



Yorumlar
Yorum Gönder